Yakın zamana, yani İstanbul Modern’deki Hüseyin Çağlayan sergisine gidene kadar onunla ilgili sadece üç şey biliyordum. İsmini ilk kez, 2000 yılında sahnelediği ve o zamanlar ismini bilmediğim “Afterwords” projesiyle tanımış ve masa-etekle özdeşleştirmiştim. Daha sonra 2005 yılındaki 51. Venedik Bienali’nde Türkiye’yi temsil etmesi ve bu sayede medyada adının çokça duyulması sayesinde Hüseyin Çağlayan’la bir kez daha tanışma fırsatı buldum. Son karşılaşmamızsa Vogue’un Türkiye çıkarması sırasındaki tanıtım reklamlarında “Bence Vöög…” diye başlayan cümleleriyle olmuştu. Tahminen Türkiye’de pek çok kişi de Vogue reklamları sonrası Çağlayan’ı daha bir tanımaya başladı (reklamın iyisi kötüsü yoktur).
İstanbul Modern’deki sergisi sonrası Hüseyin Çağlayan’a çok farklı bir gözle bakmaya başladım. Çağlayan sadece bir uluslararası arenada çok takdir gören bir modacı değil, aynı zamanda bence çağımızın en başarılı eleştirel sanatçı ve düşünürlerinden biri (tabi uluslararası arenada bu kadar takdir görmesinin nedeni de bu sanatçı kimliği). Hüseyin Çağlayan çalışmalarında mimari, teknoloji ve müzik öğelerini moda ve giysilerle harmanlayarak sürekli taşınabilir hale getiriyor. Ben de bu yazımda Çağlayan’ın moda tasarımlarını değil, özellikle sanat projelerini ulusaşırılık, göç ve melezlenme kavramı üzerinden ele almaya çalışacağım. Yani başından uyarıyorum: biraz sıkıcı bir yazı olabilir, o yüzden yazının hepsini okumadan özetini almak istiyorsanız parantez içinde italikle yazılı son cümleyi okuyabilirsiniz.
Ambimorphous - 2002 Sonbahar/Kış
Kıbrıs Türkü olan ama yıllardır İngiltere’de yaşayan Hüseyin Çağlayan’ın (Hussein Chalayan) pek çok çalışmasında çok kültürlülük ve bununla birlikte kimlik melezlenmesi (hybridity) ön plana çıkıyor. Biyolojiden türeyen melezlenme kavramı, küreselleşmenin aslında kültürleri tekdüze hale getirmediğini, aksine melez yeni kültürler doğurduğunu savunuyor. 2002 Sonbahar/Kış koleksiyonu olan “Ambimorphous”ta bu melezlik giysilere yansıyor, etnik kültür öğeleri desenler aşama aşama modern giysilere doğru evriliyor; ancak kaybolmuyor ve hatta defilenin sonunda geri geliyor. Bu sayede belki de “modern”/küresel olarak tanımlananın geleneksel/yerelden çok da farklı olmadığını, bu ikisinin aslında birbirinin parçaları olduğunu göstermiş oluyor.
Buna karşılık Hüseyin Çağlayan modayı sadece tasarım üzerinden bir temsiliyet aracı olarak tanımlamıyor. Bu sayede Türkiye sınırlarını aşıp uluslararası platformda tanınırlık kazanmış Türk modacılarına meydan okumanın yanı sıra genel moda camiasına da yeni bir bakış kazandırıyor. Çağlayan, farklı sanat projelerinde giysileri birer özel mülkiyet nesnesi, arkeolojik tılsım veya kimlik unsuru (DNA) olarak temsil ediyor. Sanatçı, kişileri ve giysilerini Kıbrıs-Londra-İstanbul üçgeninde hareketlilik çerçevesinde ele alıyor ve kurguladığı farklı ve sıra dışı dünyalarda farklı kimliklerin karşılaşma anını, çatışmasını ve melezlenmesini test ediyor.
Afterwords - 2000
Bu açıdan Hüseyin Çağlayan’ın belki de en etkileyici ve aynı zamanda en çok tanınan çalışması olan “Afterwords”den (Sözlerden sonra) bahsetmek lazım. Afterwords, Çağlayan’ın sitesinde şu şekilde tanımlanıyor: “Afterwords savaş zamanı ülkenizi terk etme korkusundan ilham aldı. Çağlayan, 1974 sonrası etnik temizlemeye maruz kalan Kıbrıs Türklerini düşünerek hazırladı bu çalışmasını. Sahip olduklarımızı saklamak ve onları gidiş sırasında taşımaktan yola çıkarak bir oturma odası tasarlandı; bu odada giysiler sandalye kılıfı, çantalar sandalye ve odadaki her nesne kendisini saklayacak ceplere sığacak şeklide tasarlandı”. Meşhur masa-etek’i de kapsayan bu kreasyonda sanatçı giysileri taşınabilir özel mülkiyetler olarak tasarlıyor; bu sayede çeşitli politik koşullardan dolayı göç etmek durumunda kalan kişiler, kimlik ve kültür unsuru olan bu eşyaları kendileriyle birlikte taşıyabiliyor. Burada giysiler, örtünmek, korunmak gibi asıl varlık amaçlarının ötesine geçip birer taşıma aracı işlevi görüyor; aynı zamanda vücudumuzun üzerinde taşıdığımız kumaş parçasının ötesinde kültürümüz haline geliyor.
Absent Presence - 2005
Çağlayan’ın bir diğer etkileyici çalışması da 51. Venedik festivalinde Türkiye’yi temsil ettiği “Absent Presence” (Eksik varlık). Bu filmde sanatçı terörizm paranoyasından yola çıkarak İngiliz Hükümeti’nin göçmen ve sığınmacı politikalarına eğiliyor ve göçmenler adaptasyon meselesini ele alıyor. Filmde İngiliz olmayan anonim kadınların giysilerini bir biyologa bağışlaması isteniyor. DNA’ları biyolog tarafından incelendikten sonra Londra’nın ses alanları ve haritası çıkartılıyor, her bir bireyin verdiği tepkiler giysiler yoluyla ölçülüyor. Filmin sonunda biyolog genlerin dünyadaki hareketliliğinin yoğunluğu dolayısıyla karakterlerin kim olduğunu aslında hiçbir zaman anlayamayacağını fark ediyor ve bu bilme ihtiyacından arınmak için vücudunu yıkıyor. Afterwords’de dışsal objeleri temsil eden giysiler Absent Presence’ta içsel olanı veya bir diğer şekliyle DNA’mızı ve kimliğimizi içeriyor. Bu çalışmaya göre giysiler sayesinde bizim aslında kim olduğumuz, nelere nasıl yanıt verebildiğimiz takip edilebiliyor; bu da tasarımları dolayısıyla belli kültürel formlara uygun olmaları dolayısıyla değil biyolojik yapımızın bir parçası oldukları için mümkün hale geliyor. Post kolonyal teoride özellikle Homi Bhabha’nın ele aldığı şekliyle melezlenme bir kez daha karşımıza çıkmış oluyor. Kendini otoriter olarak gören ve bu yüzden “ötekilerin” (bu hikayede İngiliz olmayan kadınlar) kültürünün kendi kültürlerine uyum sağlayıp asimile olacağına inanan kolonyal güçlerin (İngiltere) korkuları bu filmde ortaya çıkıyor. Biyologun filmin sonunda kendi fikirlerinden arınmaya çalışması da aslında bu kadar hareketli ve küreselleşen bir dünyada hiçbir kimliğin saf olmaması, hiçbirinde aslında bir “öz” bulunamayacak olmasından kaynaklanıyor. Çünkü hepimiz birer meleziz.
Temporal Meditations - 2003
Örnek vereceğim diğer iki çalışma Çağlayan’ın özellikle üzerinde durduğu yolculuk olgusunu anlatıyor. Temporal meditations’da (Süresel meditasyonlar) havalaalanında karpuz yerken rakı içen, çay tepsisi içinde tavla oynayanları görüyoruz. Sanatçı geçmiş ve geleceği tarihi göç yolları üzerinden anlatıyor; filmdeki giysiler arkeolojik tılsımlar olarak tanımlanıyor. Place to Passage’da ise teknolojik bir teknenin içinde seyahat eden yalnız bir kadından bahsediliyor; bu film de özellikle yer değiştirmenin yalnızlığını ele alıyor.
Bu yazımda Hüseyin Çağlayan’ın çalışmalarının sadece bir bölümünden ve oldukça yüzeysel olarak bahsedebildim. Bence hem benim ele aldığım ulusaşırılık ve melezlenme açısından hem de teknoloji, zamansallık ve müzikalite açısından (ve tabi ki moda tasarımları açısından da) Çağlayan hakkında pek çok araştırma yapılması gerekiyor. Bu sayede belki küreselleşmeyi anlamanın yanı sıra geçmişten beri pek çok göçe maruz kalmış Türk toplumunun da batıyla karşılaşmasını, çatışmaları, korkuları, kenetlenmeleri ve melezlenmelerini iki taraflı olarak daha iyi anlayabiliriz.
(Özetle: Hüseyin Çağlayan rulez!)