Bu yılki İstanbul Fashion Week 2010 Yaz etkinliği İTÜ Taşkışla’nın eski ve ihtişamlı binasında 25-28 Ağustos tarihleri arasında oldu ve bu yıl İstanbul’da yapılan her etkinlikte olduğu gibi IFW 2010 da İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti’nin kapsamına alındı. 2005 yılında ilk kez düzenlenen İstanbul Moda Haftası, iki yıldır yılda iki kez ağustos ve şubat aylarında dört günlük bir maratonu kapsıyor. Şubat ayındaki IFW öncesi CNN’e röportaj veren İstanbul Hazırgiyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği Başkanı’nın da belirttiği gibi “Türkiye’nin de bir moda kültürü olduğunu sağlamak” ve bunu uluslar arası platforma taşımak amacını taşıyor.
Bu organizasyonu düzenleyen İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçıları Birlikleri’nin yanı sıra Dış Ticaret Müsteşarlığı, Moda Tasarımcıları Derneği ve İstanbul Moda Akademisi de iş birlikçileri olarak destek verdi; Atıl Kutoğlu, Arzu Kaprol ve Bahar Korçan gibi isimleriyle uzun yıllardır Türkiye’de modayı şekillendiren isimlerin yanı sıra “genç yetenekler” olarak görülen isimler ve birkaç markaya da defilelerde yer verildi.
İşin ciddi kısmını anlattıktan sonra IFW 2010’la ilgili bir yabancının gözlemlerine geçelim…
İstanbul'da moda haftası yapıldığının farkında olmayanların dünyasından epey bir süredir bu hafta için çalışanların dünyasına Vogue’un dağıttığı online davetiyeler sayesinde ben de girme imkanı buldum. İTÜ’nün kapısından içeri girerken etrafımdaki koruma ordusu ve modaya gönül verenlere bu başka dünyaya barış için geldiğimi söyledim. Akademisyen kimliğimi korumaya çalışırken, üzerimdeki hiç de stylish olmayan giysilerle (girdiğim iki günde de tasarımlı aksesuarlarım sadece kendi tasarladığım telkarilerdi), belki birazcık da ortama ayıp ederek, Türk moda dünyasının belli bir ortamının bir araya geldiği avluda kendime yer bulmaya çalıştım. Benim gibi ilk kez gidenler için not: dikkat çekmemek istiyorsanız, daha doğrusu iyi anlamda dikkat çekmek istiyorsanız son dönem modasını takip edip, bunların arasından kendinize uyanları seçip en az birkaç parçayı taşımak şart.
Peki IFW’ye kimler katıldı? Zira İstanbul Moda Haftası halka açık değil ve içeri girmek için davetiye şart; benim gibi Vogue’da şansını arayanlar dışında içeriye girebilenler bir şekilde moda dünyasıyla ilişkili kişilerdi. Anladığım kadarıyla başta moda hiyerarşisinin en üst noktasında yer alan modacılar ve moda dergisi editörleri bulunuyordu; onlardan sonra backstage’e girebilenler (insanın tuvalette kendini hobbit zannetmesine neden olan) mankenler, stylistler, makyözler; tahminen hazırgiyim, tekstil ve konfeksiyon alanında meslek sahipleri (ki bu insanları fark edemedim ben), bu işi profesyonel olarak yapan fotoğrafçılar, yine moda dergisi çalışanları, organizatörler, markalar ve markalarda çalışanlarla en son da genel basın ve bloggerlar yer alıyordu (gözlemlerim eksik kalabilir, bana bu konuda mail atıp destek verecek olanlara şimdiden teşekkürler).
Simay Bülbül defilesinden - 26.08.2010
Moda endüstrisinin kendi bünyesinde kurulan piramit dışında moda fotoğrafçısı arkadaşımdan öğrendiğim modanın özüne dair bir hiyerarşi daha vardı; bunu da “tarz hiyerarşisi/style hierarchy” olarak adlandırabiliriz. Onun dört basamaklı hiyerarşisi aslında Bourdieu’nün habitus kavramıyla da oldukça ilişkili. Bourdieu, habitus kavramıyla zihnin belli algı şemalarına, duyarlılıklara, eğilimlere ve zevklere maruz kaldığını söyler. Bunlar bizim çocukluğumuzdan beri sosyal yapılar dolayısıyla içinde yaşadığımız kavramlardır ve onları kişisel öznelliğimizle birleştirmemiz sonucunda kimliğimiz oluşur. Tarz hiyerarşisi basamaklarında yükselmek için de belli bir sosyal/kültürel ve tabi ki ekonomik sermayeye sahip olmak ve bunu bir şekilde kendi içinde sindirmiş olmak gerekiyor. Bu açıdan IFW’de de trendsetter (trend belirleyici) olarak adlandırılanlar hiyerarşinin en tepesinde yer alıyordu, biraz uçuk kaçık giyinen bu grup ileride moda olacak tarzları da önceden yakalayabildikleri için herkesin dikkatini çekiyordu. Bu gruptan sonra ikinci sırada gündelik hayatında belli bir stil sahibi olup o giysilerini kullanan casual stylishler (gündelik, tarzı olanlar) vardı. Bundan sonraki iki basamak birbirinin zıddı iki gruptan oluşuyor: modaya uygun giyinmeye çalışmayıp casual (gündelik) giyinenler ve çok moda giyinmeye çalışıp üstüne oturtamayan parvenu (veya bizim anladığımız anlamda sonradan görme) yani yeni gelenler.
Bu grupların oluşmasında ekonomik sermaye tek önemli faktör değil. Örneğin parvenu'ler üzerlerinde taşıdıkları giysiler için epey bir para dökmüş olabilir ama başlı başına kendi dünyası olan modanın içine kendilerini ve giysilerini oturtamadıkları sürece yeni gelenler olarak kalmaya devam edecekler. Buna karşılık para yine de önemli bir faktör. Zira kabul görebilmek için önceki sezonun indirime girmiş giysilerini kullanmak mümkün değil (ancak vintage olduklarında eskiler kullanılabiyor); ya el yakan paralar vererek yeni birşeyler almak gerekiyor veya ortamdaki kimsede olmayacağından emin olduğunuz giysi ve aksesuarları -büyük ihtimalle yurtdışından- edinmek gerekiyor. Trendsetter olabilmekse herkese nasip olacak bir durum değil çünkü hem popüler hem de alternatif kültüre hakim olmak hatta onun içine bir süredir dahil olmak ve bu dünyanın içinde tanınır olmak lazım.
İstanbul Moda Haftası’yla ilgili dikkat ettiğim bir diğer nokta, henüz çok yeni olmasının etkilerini üzerinde taşımasıydı. Evet, belki bugüne kadar herhangi bir moda haftasına katılmış olmayabilirim ama stilist annemin zamanında Düseldorf Fuarlarına dair anlattıklarını ben IFW 2010’da hissedemedim; defilelere katılım konusunda çok fazla heyecan yoktu, Türk modasının “baba/anne” isimlerinin daha fazla yer alacağını düşünüyordum ama sınırlı kalmıştı, on dakika süren defileler arası iki saatlik uzun bekleyişler vardı, defileler sonrasında internetteki yorumlar çoğunlukla olumlu değildi ve standlarda modacılardansa markalar yer alıyordu.
Moda Haftası, “Türkiye gibi bir tekstil ülkesi” için aslında çok önemli bir yer teşkil ediyor ama hem organizasyon hem de PR konularında henüz bebek adımları atılıyor; uluslar arası platformda tanınırlık kazanılması istenen IFW, henüz hedeflemesi gereken orta-üst sınıflar tarafından bile gerektiği gibi tanınmıyor. Aslında bu açıdan bakıldığında PR’cılar için kilit nokta olan genel basınla ne kadar ilgilenildiği tartışılabilir. Ayrıca geçen şubatta Meg Ryan’ı çağırarak etkinliği daha popülarize etmeye çalışan organizasyonun Türkiye içinde tanınmış ünlü kişileri defilelerin ön sıralarına yerleştirmesi daha anlamlı görünüyor.
Ama bu ukala ve belki de bir kısmı haksız eleştirilerime karşılık, bu dünyaya yabancı bile olsam IFW’nin Türk modası endüstrisinin gelişiminde çok önemli bir rolü olduğunu açıkça görebildim. Defilelerden birini beklerken tanışma fırsatı bulduğum Avustralyalı profesyonel makyöz/bodypainter olan Georgina de bu fikrimi destekleyen sözler söyledi. Dört yıldır şans eseri İstanbul’da yaşayan Georgina, bu son dört yılda pek çok aşama kat edildiğini düşünüyor ve en azından bu meseleyle ilgilenen çevrelerde tekstil anlayışından moda anlayışına doğru bir geçiş olduğunu anlatıyor. “Genç tasarımcılar” diye adlandırılan kesime daha çok önem verilmesi ve internet sayesinde modanın kitlelere ulaşmasını sağlayan bloggerların bu tarz etkinliklere davet edilmesi de bence bunların birer sonucu.
Altı aydan fazla bir süredir devam ettirdiğim bu blogda Türkiye’de modaya dair en çok göze çarpan konu da böyle bir değişimin gerçekleşiyor olması. Bu yazımı bitirirken, araştırmamın bundan sonraki gidişatını da buradan çıkan bir soruyla ortaya koymak istiyorum. Geçmişten beri dikiş nakışa fazlasıyla ilgili olan, Osmanlı’dan beri kadınların gündelik ve profesyonel hayata katılmasında başlıca rolü olan ama geri planda kalan, 1990'larda ülkenin tekstil patlaması yaşamasıyla birlikte tekrar keşfedilen moda (altını çiziyorum tekstil değil, moda) nasıl oldu da bu son yıllarda birden daha fazla önem kazandı ve uluslar arası açıdan moda merkezi olmak gibi bir iddia ortaya çıktı? Bundan sonraki postlarımda özellikle bu soruyu cevaplamak için çalışacağım.